Pazartesi

HARUKI MURAKAMI * SINIRIN GÜNEYİNDE GÜNEŞİN BATISINDA

Haruki Murakami, dünya ile birlikte Türk okuyucusunun da en sevdiği yazarların başında geliyor. Romanlarında anlatım dilinin oldukça basit olması okuyucuyu yormazken, aynı zamanda içeriğindeki duygu yoğunluğu kendinizi çabucak hikayeye kaptırmanıza ve sonunu görene kadar kitabı elinden düşürmemenize sebep oluyor.

Hacime, Japonya'da sıradan bir ailenin tek çocuğudur, ancak sıradan olmayan şey, o dönemde civarda pek de tek çocuklu ailenin bulunmayışıdır. Onunla aynı okulda okumaya başlayan, mahalleye yeni taşınan Şimamoto'nun önce topallayan bacağı dikkatini çeker, onun da tek çocuk olduğunu öğrenince ikisi arasında bir arkadaşlık başlar.

Arkadaşlıkları okul dışında devam eder, birlikte vakit geçirmekten, müzik dinlemekten, düşüncelerini paylaşmaktan keyif alırlar, hergün birbirleri ve hayat hakkında yeni şeyler keşfederler. Şimamoto adeta Hacime'ye yeni bir dünyanın kapılarını açar, her gün biraz daha şaşırtır, kendine bağlar. Ta ki farklı okullara gitmek için birbirlerinden ayrılmak zorunda kalana kadar.

Hacime, önceki okuluna nazaran daha sosyal bir yaşam sürmeye başlar, bir çok kızla ilişki kurar, kalp kırar, aslında tanıştığı her kızda farkında olsa da olmasa da Şimamoto'dan bir parça arar. Yıllar geçer, Hacime büyür, artık evlidir, aile babasıdır, oldukça iyi iş yapan jazz kulüpleri işletiyordur, varlıklıdır, ancak içinde hep tanımlayamadığı bir eksiklik vardır. Ve yağmurlu sakin bir akşamda Şimamoto, her zamanki güzelliğiyle, bilgeliğiyle ve tüm gizemiyle karşısına çıkar, Hacime'nin hayatını bir anda altüst eder.

İlk paragrafımda da dediğim gibi, basit anlatım dili, romanlarını bir oturuşta okuyup bitirmenize fırsat tanıdığı gibi, aynı zamanda yaşattığı duygular arada kafanızı kaldırıp sorgulamanıza fırsat tanıyacak kadar derin. Derdini anlatmanın veya iz bırakmanın ağdalı, uzun ve başa çıkılmaz cümlelerde saklı olduğunu düşünen bir çok yazar için Murakami'nin kalemi ders niteliğinde ele alınabilir.

Saygılar efendim.

Çarşamba

KEVIN WILSON * FANG AİLESİ

Evet, yine bir New York Time Bestseller vakasıyla karşı karşıyayız dostlar.

Öteden beri şu "bestseller" konusunda büyük sıkıntılar yaşıyorum. Kime göre neye göre belirlendiğini tam olarak çözemediğim gibi, genellikle bestseller başlığı altında toplanan kitaplar benim için çerez kitap kategorisine giriyor, yani oku ve unut, kalıcı edebiyat eserleri bekleme.

Çok önyargılı yaklaşıyor da olabilirim duruma, öyle ki "Fang Ailesi"nin kapak illustrasyonu ve arka kapak tanıtımı beni kendine çekme başarısı gösterdiği gibi, Nick Hornby'ın hakkında "Yılın en iyisi, bildiğiniz şaheser" yorumunda bulunması, evde bir fincan kahve eşliğinde açıp okumama vesile oldu diyebilirim.

Camille ve Caleb Fang, sokakta, alışveriş merkezinde, yani halkın kalabalık olarak boy gösterdiği yerlerde performans sanatı ortaya koyan bir çift. Halk için sürpriz olarak gelişen bu performansların yarattığı şaşkınlık ve kaos, Fang çifti tarafından aslında önceden planlanıyor ve bu performans sırasında kayıt altına alınarak sanat eseri olarak arşivleniyor. 

Fang çifti klasik aile yaşantısına kapılıp sanat hayatlarının baltalanmasından korktukları için, çocukları Annie ve Buster'a A ve B kodları kullanarak performanslarında kullanmaya başlıyorlar. 

Çocuklar sonunda büyüdüklerinde, sadece kendi sanatlarına odaklanmış bu ailenin içinden sıyrılıyorlar ve kendi hayatlarını kuruyorlar. Annie, ümit vadeden bir Hollywood yıldızı olma yolundayken, Buster da yazarlık üzerine çalışmalarını sürdürüyor. Ancak ikisinin de işleri bir anda istenmeyen olaylarla sekteye uğradığında, biraz kafa dinlemek için aile evine dönmeye ve kabuklarına çekilmeye karar veriyorlar.

Bu sırada başyapıt olarak adlandırdıkları bir proje üzerinde çalışan anne babaları bir gün haber bile vermeden ortadan kayboluyorlar. Fang'lerin her zaman bir performans peşinde olduğunu bilen Annie ve Buster, bunun planlanmış bir ortadan kaybolma olduğunu düşünürken, acaba başlarına hakikaten birşey mi geldi sorusundan da kendilerini alıkoyamıyorlar ve ailelerinin izini sürmeye çalışıyorlar.

Kitap çocukların yetişkinlik döneminden itibaren yaşananları anlatırken, bir yandan da geri dönüşlerle ailenin performanslarından örnekleri ve bu performansların aile üyeleri üzerindeki etkilerini de idrak etme şansımız oluyor.

"Bestseller" olmasına rağmen, bir çırpıda okuduğum ve çok da çerez olarak adlandıramayacağım bir roman "Fang Ailesi". (Belki işin içine sanat mevzuları girdiği için ve benim bu konuda az biraz zaafım olduğu için olabilir) Nick Hornby'ın iddia ettiği gibi yılın en iyisi diyemeyeceğim, ama başka bir zaman diliminde karşıma çıktığında gülümseyerek güzel sözlerle anacağım kitaplardan biri olacaktır kesinlikle.

Bu arada okumaya üşenenler ve hep üşengeç kalanlar için bilgi, "Fang Ailesi" 2014'te sinema filmi olarak da karşımıza çıkacakmış.

Salı

AHMET ÜMİT * AŞK KÖPEKLİKTİR

Okuduğum ilk Ahmet Ümit kitabıdır "Aşk Köpekliktir". Ümit'in ismi, her kitapçıya gidişimde veya arkadaş sohbetlerinde bir kez gözüme-kulağıma çarpardı, ancak nedense kitapları çekici gelmemişti bana. Blog sayesinde "bir deneyeyim" dediğim yazarlardan biri oldu, çok iyi oldu çok da güzel oldu.

Sonu hüsranla sonuçlanan platonik aşkların, etnik farklılıkların ayırdığı imkansız aşıkların, aşkın varlığıyla mutlu olan ve bunu kimseyle paylaşma ihtiyacı duymayanların, aşk yüzünden katil olanların, katil edenlerin, kıskançlıktan cinnet geçirenlerin, aşkının her hareketine bir anlam katan masum delikanlıların hikayelerini anlatıyor Ahmet Ümit.

O kadar sınırda bir duygu ki aşk, aptallaştırıyor, kolay kandırıyor, sinirlendiriyor, üzüyor, depresyona sokuyor, belki intiharın eşiğine bile getiriyor, çünkü aşk varken mantık kayboluyor. Ahmet Ümit de aşk yüzünden mantığın kaybolduğu en uç anları yazmış hikayelerinde. 

Bir kere aşıksan, hayatta yapmam dediklerini yapmaya başlarsın, ideallerin, planların, hepsi yok olur, kendin olmaktan çıkar, aşık olduğun insanın hayallerindeki kadına/adama dönüşmeye çalışırsın, sırf onu memnun etmek için her gün kendinden bir parçayı feda edersin, ve sonunda sahibinin gözünün içine bakan bir köpeğe dönüşürsün.

Aranızda Ahmet Ümit okumayan yoktur ve ben yine sona kalmışımdır muhtemelen ama, okumayanlar açısından, aşkın farklı hallerini keşfetmek isteyen özellikle kadın okuyucular için bir yaz günü bu kısa hikayeler çok güzel yoldaş olacaktır diye düşünüyorum.

Cumartesi

HILLARY JORDAN * UYANDIĞINDA

Günümüzün "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört"ü olarak adlandırılan "Uyandığında" Türkiye'de kürtaj meselesinin tartışıldığı döneme mi denk geldi, yoksa özellikle mi bu dönem seçildi bilinmez ama ürkütücü hikayesiyle birçok kişinin dikkatini çektiği kesin.

Suçlunun toplum önünde cezalandırılması sistemi hepimizin bildiği geçmişten beri süregelen bir kavram. Suçluyu cezalandırmanın yanı sıra toplumun geri kalanına gözdağı verme amacı güden teşhir yöntemi "Uyandığında" romanının temelini oluşturuyor.

Amerika'da dinin hayatın her alanında egemen olduğu bir hayali zamanda, hapishanelerin mahkum sayısını karşılayamacak kadar yetersiz kalması sonucu deri renklendirip topluma geri bırakma yöntemi uygulanıyor. Kilometre öteden rengiyle kendini belli eden bu suçlular, halk tarafından dışlanıyor, hatta fanatikler tarafından ortadan kaldırılıyor.

Böyle bir dünyada en büyük suç da kürtaj, ana karakter Hannah yasak olduğu halde kürtaj yaptırdığı için, hem merdiven altı kürtajcısının hem de bebeğin babasının adını mahkemede paylaşmadığı için 16 yıllığına utancı en iyi temsil eden renkle, kırmızıyla cezalandırılıyor. Önce bir süreliğine bembeyaz küçük bir odada hapsedilerek kameralar aracılığıyla halka teşhir ediliyor, sonra da yeni kırmızı cildiyle salıveriliyor. 

Ancak bu salıverme içinde pek özgürlük bulundurmuyor, öncelikle suçlunun adı sisteme girildiğinde o an nerede olduğunu kameralar eşliğinde takip edilebiliyor. Mekanlar renklilere hizmet vermediği gibi, özellikle kürtaj suçlularının "yollu" muamelesi görerek tecavüze uğrayıp öldürülmesi oldukça sık rastlanan olaylardan biri.

Roman Hannah'nın tutsaklığı ve salıverilmesi döneminden itibaren anlatılıyor. Kürtaj olduğu için bir kadını cezalandırırken, o bebeğin tek başına yapılamayacağını idrak edemeyen bir düşünce biçimi zaten yeterince şoka sokmaya yetiyorken, Hannah'yı hamile bırakan kişinin siyasette yükselen bir din adamı olması bu ikiyüzlülüğe pes dedirtiyor.

İşin en korkunç yanı da, romanda anlatılan bu gerçeküstü hikayenin aslında toplum bazında o kadar gerçeküstü olmadığını bilmek. Tamam belki renklendirme sistemi yok, ama özgürlük ve kişisel irade çemberi, kadınlara karşı fişleme sistemi ve erkek hegomanyası nedeniyle gittikçe daraldığında bir tek kırmızı deri rengimiz eksik kalıyor. 

Daha çocuk yaştayken sizi süzüp bıyık buran amcalara, kadınların okumasına-çalışmasına izin vermeyen ailelere, kocadan hatta kocanın ailesinden yenilen dayaklara, tacize ya da tecavüze uğradığınızda eylemin suçlusunun tecavüzcüden çok sizin olduğunuzu düşünenlere, çocuk sahibi olmak sadece sizi ve partnerinizi ilgilendiren bir gelecek kararıyken tanımadığınız insanların bu konuda karar verme yetkisini elinde bulundurmaya çalışmasına, "erkektir yapar" "kadın kısmı evinde oturur" "gönül rızasıyla..." laflarına çok mu yabancıyız?  

Umarım romanı okursunuz, okumuşsunuzdur. 
Umarım haklarınız için ses çıkarabilirsiniz, çıkarıyorsunuzdur. 
Umarım dünyaya bir kere geldiğinizin, bedeninizin, ruhunuzun, hayatınızın tek sahibinin kendiniz olduğunun farkındasınızdır.
Umarım ezilmezsiniz, ezdirmezsiniz.

Pazar

HANDE ÖZCAN * CORPUS

Twitter'da bir ara en sık rastladığım kitap isimlerden biriydi "Corpus". Okuyan herkes bayılmış, herkes yorum yapıyordu, öyle olunca insan ister istemez merak ediyor nedir bu diye.

Romanı kitapçıda elime alıp arka kapağını okurken farkettim ki içinde bir CD var. Kitabın sonu bu CD'de film olarak okuyucuya sunulmuş, bu da daha okumadan hayran olmamın nedenidir.

Türk babanın ve İrlandalı annenin kızı olan Leyla, annesinin onları terketmesiyle birlikte babasıyla birlikte İngiltere'ye yerleşmiş. Bu güzeller güzeli genç kızın içi de dışı kadar güzel, en büyük merakı müzik, müziksiz yaşayamaz, ruhuna hitap eden her şarkıyı dil-tür ayırımı yapmaksızın dinler, koleksiyonuna katar.

Özgecan, İstanbul'da bir ciğercinin kızı, mutaassıp bir ailede büyümüş, kariyer konusunda hırsları olan, çalışkan, dobra, keskin uçları olan bir kız. Dil öğrenmek için İngiltere'ye yerleşir, burada komşu kızı Leyla'yla tanışır, ayrılmaz ikili olurlar.

Efe, en yakın arkadaşını kaybetmiş, bunalıma girmiş, hava değişikliği için annesiyle arkadaş olan Leyla'nın üvey annesi Zuhal'in yanına İngiltere'ye gönderilmiş temiz kalpli bir çocuk.

Yaman, Efe'nin babası, zeki, kültürlü, duygusal bir adam.

Hikaye temelde Leyla'nın ama genelde bu ana karakterlerin etrafında dönüyor. Mutlu-mutsuz anlarını, yaşadıkları aşkları, aşk için bencilce ya da cömertçe yaptıkları doğruları ve yanlışları takip ediyoruz okurken. 

Romanın bir özelliği her bölümün başında vücudun bir organının illustrasyonlar eşliğinde tanıtılması. Her bir organ farklı bir duyguyu barındırıyor ve kurguda etken bir rol oynuyor. Aynı zamanda hikaye tema müzikleriyle dolu, okurken bir yandan şarkıları da bulup dinlemek hikayenin daha çok içine girmeyi sağlıyor.

Romantik hikayeleri ya da aşk romanlarını sevemiyorum ancak, "Corpus"ta şöyle birşey var, o da gündelik yaşamın içinde bu yukarıda kısaca özetlediğim karakterlerin masalsı duruşlar sergilemesi ve dünyaya olaylara birçoğumuzdan farklı gözlerle bakıyor olmaları, farklı anlamlar kazandırmaları.

İçimden bir ses yakın gelecekte "Corpus"un yapımcıların dikkatinden kaçmayacağını ve TV dizisi olarak uyarlanacağını söylüyor. Hikayeye sadık kalındığı sürece kadın izleyicinin hayranlığını kazanacağından da hiç şüphem yok açıkçası.

Cumartesi

JEFFREY EUGENIDES * BAKİR İNTİHARLAR

Yıllar yıllar önce TV'de izlediğim "Virgin Suicides" filminin kitap uyarlaması olduğunu anca öğrenmiş olmamın utancı yetmezmiş gibi, Middlesex'in yaratıcısının romanı olduğunu da öğrenmemle toprağa bir delik kazıp içine girmem uzun zaman almadı.

"Bakir İntiharlar" adı üstünde intihar temalı bir roman. Lisbon ailesinin 5 kızının, Therese, Mary, Bonnie, Lux ve Cecilia'nın ardı ardına intiharları dışarıdan bir gözle, yaşadıkları mahallede bu kızkardeşleri hem merakla hem de hayranlıkla "röntgenleyen" ve intiharlarının nedeni üzerine yıllar geçmesine rağmen kafa patlatmaya devam eden akranlarının gözüyle anlatılıyor.

Lisbon kızlarının anne babalarının muhafazakar ve konservatif yaşam biçimini seçmiş olması ve bu konuda kızları üzerindeki baskıları nedeniyle, kızlar okul dışında evden hiç çıkmayan, sadece birbirleriyle konuşan, sosyal çevreleri bulunmayan sır kutularına dönüşüyorlar. Kardeşlerin intihara kalkışma ve başarılı olma süreciyle birlikte, ailenin kapalı duvarlar ardında ne yaşadığı, kızların aklından neler geçtiği bütün mahallenin, özellikle de kızlardan biriyle sadece konuşabilmek için bile can çekişen genç erkeklerin en merak ettikleri konu haline geliyor.

Kızların birer birer intihar etmesi sürpriz değil evet ama asıl irdelenen kızların ölümü değil, hepsinin nasıl ve ne sebeplerle hayatlarını sona erdirmek istedikleri.

Sonuçta geç oldu ama güç olmadı, bir çırpıda okudum "Bakir İntiharlar"ı. Bayıldım mı, eh ölüp bitmedim ama bu güzel olmadığı anlamına gelmiyor tabi. Sonuçta filmi çekilmiş, hem de Sofia Coppola çekmiş, oturup izlemişiz, bu bile merak edip okumak için bir nedendir, değil mi?

Cuma

KATHY LETTE * KOCANIZI NASIL ÖLDÜRÜRSÜNÜZ?

Dikkat çekici bir isim, değil mi? Zaten kitabı alma nedenim de konusu falan değil, sadece adıydı. Niyetim evde eşimin görebileceği bir yere koyup şaşırtıp güldürmekti. İşe yaradı, esprisini yaptık, kitapla işimiz bitti, okumadan koydum kenara. Aradan baya zaman geçti, çerez bir kitap okuyayım, eğlendirsin ama yormasın diye bakınırken okumaya karar verdim. 

Konuya gelirsek, okul yıllarından beri çok yakın arkadaş olan üç kadının (Cassie, Hannah ve Jasmine) evlilik hayatlarında olup bitenler diye özetleyebiliriz. Öğretmen olan Cassie, veteriner kocası ve iki çocuğuyla sürekli bir koşuşturma içinde olan orta halli bir kadın. Hannah bir ressamla evli ve kendisi de "tasarım divası", çocuk sahibi olma fikrine tamamen karşı. Jasmine ise dünyaca ünlü bir doktor olan kocası ve oğluyla ultra lüks bir hayat yaşıyor. 

Jasmine kocasını öldürmek suçundan tutuklanınca Cassie'den avukatına yaşadıklarının bir numaralı tanığı olarak herşeyi anlatmasını istiyor. Cassie de üç arkadaşın evliliklerini ve dostluklarını çatır çatır anlatmaya başlıyor. Eşlerinin ihanetlerini, dolandırıcılıklarını, aslında karakterlerden hiçbirinin birbirine karşı dürüst olmadığını öğreniyoruz okudukça.

Ben Sex & The City ya da ona benzer şeyleri sevmem, kendini kaptırırcasına sevenleri de sevmem. "Biraz Carrie gibiyim ama bazen Samanthalaştığım da olur" benzeri cümle kuranı çok net terlikle kovalarım. Kitabı da sevmemenin nedenlerinden biri bu. İkinci neden, olgun yaşa gelmiş kadınların birarada oldukları zaman sohbetlerinin 80%'inin cinsellik üzerine olduğuna inanmak istemiyorum, en azından bizim yaşayışımızda böyle bir şey yok (yoktur umarım). Üçüncü neden ise, evlilik dünyanın en kötü şeyiymiş, bütün erkekler düşüncesiz, sadakatsiz, yalancıymış gibi bir düşüncenin saf ve temiz duygular taşıyan okuyuculara empoze edilmesinin mantıklı olmadığı fikrini savunuyor olmam.

Eğer benimle benzer rahatsızlıklar taşıyorsanız kitabı okumakla uğraşmayın derim, durup dururken keyfiniz kaçmasın.